“Sometimes days go speeding past
Sometimes this one seems like the last“
-mavis staples
yani en sevdiğim ayı hiç pas geçmek istemiyordum ama bir türlü yazamadım; ne zaman yazmayı denesem sözcükler birbirine bağlanamadı, dağılıp gitti… oysa uzun uzun son zeytin hasadımızı, elde ettiğimiz yağın güzelliğini ve kuzey ege’nin dingin, huzurlu sonbaharında geçirdiğimiz bir kaç günü anlatmak istiyordum size, olmadı… şiir okurmuş gibi izlediğim sokço’da kış filmini anlatmak, bir hastane dizi meraklısı olarak bayıldığım the pitt dizisinden söz etmek istiyordum, yapamadım… georgi gospodinov’un bazen boğazımda kocaman bir yumru, bazense bir gülümseme ile okuduğum kitabı bahçıvan ve ölüm’ü, yasın kişiselliğini, babalarımızla olan ilişkimizi ve bu kitap nedeniyle katıldığım bir okuma grubu deneyimi sonrasında, neden kendimi böyle gruplardan uzak tuttuğumu anlatmak istiyordum… en çok burada zihnimdeki sözcükler tuzla buz oldu; neden bilmiyorum!
memleketin bitmek bilmeyen zırvalıklarına dair yapacak çok da yorum vardı elbette; ama o noktada susmak istedim sanırım!
neyse kaldığımız yerden devam edelim…
kasım ayının şöyle bir güzelliği oldu, sabah yürüyüşlerime uzun bir aradan sonra geri döndüm. sabah kendime minik bir sandviç hazırlayıp, sekize doğru evden çıkıyorum; bir saat yürüyorum; aralarda yarım saat kondisyon aletlerinde çalışıyorum. yani doksan dakika spor yapmış oluyorum… sonrasında beltur’a uğrayıp bir haşlanmış yumurta ve çay alarak kitabımla ve müziğimle birlikte kahvaltı yapıyorum. saat ona doğru eve dönmüş oluyorum, kendime bir kahve yapıp çalışmaya başlıyorum… sanırım son günlerde bana en iyi gelen şey bu!
bir diğer iyi şeyse meltem gürle’nin irlanda defteri’yle geçirdiğim zamanlar; araya james joyce’in dublinliler kitabından öyküler de giriyor… irlanda defteri inanılmaz güzel bir kitap; elimde küçük bir hazine olduğu duygusuyla, ağır ağır, tadını çıkara çıkara, içime çarpan, yayılan dalgaların hissiyle okuyorum.
bu sabah dün okuduğum denemeyi tekrar okuyarak yaptım kahvaltımı… bu denemeyi 2018 yılında birgün’deki köşesinde yayınlamış meltem gürle. kitaptan tadımlık bir parça isterseniz şuraya tıklayın lütfen. aşağıya da bir alıntı bırakacağım bu yazıdan:
“… Müzeden çıktığımda, bu sefer bir şeylerin farklı olduğunu biliyordum. Hemen eve dönmek istemedim. Her gün uğramayı adet edindiğim markete de gitmedim. Yol üstünde bir yer bulup oturdum. Dalgın dalgın kahvemi yudumlarken, her Perşembe sektirmeden yaptığım bu ziyaretlerin sebebini düşündüm. Bu tablonun üzerimdeki gücünü anlar gibi oldum sonra. Dünyanın barbarlığına, gündelik hayatın bayağılığına, hepsi birbirine benzeyen günlerimizin biteviye tıkırtısına karşı bir can simidi gibi sarılmıştım ona.
Son birkaç senedir, felaketlerle ve düş kırıklıklarıyla kararan hayatlarımızın acıklı bir şekilde küçüldüğünü fark ettim. Umutlarımız, beklentilerimiz, hayallerimiz düpedüz nefessiz kalmıştı. Hildebrand’ın Hellelil’e duyduğu tutkulu aşkta, içinde bulunduğumuz nefes darlığını açan bir büyüklük, bir genişlik vardı. Bu tablo, insanın içini sızlatan güzelliğiyle, sıradan ve ortalama olan her şeye meydan okuyordu. “Vazgeçme,” der gibiydi sanki, “derin duygulardan, büyük hayallerden ve aşktan hiç vazgeçme!”
Kahvemi bitirip kalktım. Eve doğru yürüdüm sonra. İçimde bir sonraki Perşembe gününün beklentisiyle.”
sizin böyle sarıldığınız bir can simidiniz var mı bugünlerde?
benim can simidim kesinlikle doğa diyerek sizi kasım ayında en çok dinlediğim albümle başbaşa bırakıyorum…
kapaktaki fotoğrafın tamamını görebilmeniz için aşağıya da bırakıyorum; adatepe’de zeus altarı’na çıkarken ormanda karşılaştığımız ağaçlardan biri bu… evet dünya kesinlikle hüzünlü ve fakat güzel bir yer diyerek susuyorum!













