uyanıkken insanların dünyası ortaktır, ama uykuda herkesin ayrı bir evreni vardır.

–ephesoslu’lu herakleitos

bir rüya gördüm bu gece. elimdeki iki gravüre bakıyordum. her ikisinde de geleneksel kıyafetler giymiş çinli iki erkek vardı. gravürler kırmızı mürekkep ile yapılmış ve kağıtların alt kısmına aynı mühür basılmıştı. bir şekilde elimdeki kağıtlar bana doğru silindir yapar gibi birleşti ve ben de içine girdim; bir kaç saniye diyebileceğim kısalıkta bir sürede oradaydım. sonrasında her şey gerçeğe döndü, kağıtlar kayboldu. üçümüz birbirimize bakarken uyandım!

bu arada canım çok sıkkın; dün dizüstü bilgisayarımın ekranını çatlattım. kullanılamaz durumda! allahtan evde çalıştığım başka bir bilgisayarım var ama bir süreliğine dışarıda çalışamayacağım. harcayacağımız abuk sabuk bir para da cabası! bugün servise gittim bu meseleyi halletmek için; düşündüğümden daha uzun sürecek!

günün keyifli kısmı yürüyüşüme göztepe parkını eklemekti; lalelerin son günlerine yetiştim. park sakin, insanlar keyifliydi. benim gibi solo fotoğraf çekenler olduğu gibi, kimileri de lalelerle birlikte fotoğraf çektiriyordu; onları incitmeden. istanbul’da yaşayanlar, yılın bu zamanlarında ortaya çıkan lale zorbalığına aşinadır…

sonra kendime son dönemde içinde dönüp durduğum meselelerle ilgili bir kaç kitap aldım; marguerite yourcenar’ın rüya ve kader‘i, michel tournier’in dışsal günlük‘ü ve samih rifat’ın ada‘sı… vakti geldiğinde bu kitaplar size mutlaka yansıyacak diye düşünüyorum. (16 nisan, 16.45)

***

sabah kalkıp ada için kahvaltı ve öğle yemeği hazırlıkları yapmaya başlamadan önce havanın yağmura hazırlandığını farkettiğimde çok mutlu oldum; hava çok sıcak, bunun için çok erken… umuyorum bu yağmurlar devam eder. ada çıktıktan sonra kahvemi içerek dürbünle hülya ve derya’yı izledim… günlerdir devam eden yuva yapma çalışmaları devam ediyor… henüz taslak olan yuvada da daha çok oturmaya başladılar… hala bu kadar açık bir yerde neden yuva yaptıklarını anlayamıyorum. ama martıların yaşam döngülerine ilişkin bu tanıklık gerçekten çok keyifli. dün bir ön sevişmeye de tanık oldum 😉 dürbün detayları yakalamamı kolaylaştırıyor. gerçi bu konuda ada endişeli; mahallede bir sapık var ihbarıyla bir gün polisin kapımıza dayanacağından neredeyse emin 🙂

şimdi çalışmaya başlamam gerekiyor artık. ama öncesinde bugün uzun bir aradan sonra dinlediğim aga zaryan‘dan nefis bir cover geliyor;

throw it away diyoruz.

… uzak eski zamanlardan beri istanbul’u resmetmiş tüm ressamlarla aramızda ışık çarpması, baş dönmesiyle kurulan bir renk bağı olduğu kesin. o göz kamaştırıcı açıklık hissinden, ufuk görgüsünden, kubbe çınlamasından, deniz dalgınlığından söz etmemek olmaz. kuş bakışı, geniş açı, istanbul açısı diyebiliriz buna…

 latife tekin

yeni bir haftaya başladık… pazardan cumartesiye kadar sabah saatlerinde çalıştık ve öğleden sonraları sandviç yapıp, mataralarımıza şarap doldurup dışarıya çıktık… üç gün istanbul’un kalabalığına karıştık. normal iş günlerinde kaotik olduğu kadar bir o kadar da mekanik olan bu kalabalık bayram günlerinde tamamen başka bir şeye dönüşmüştü. aslında daha da kalabalıktı ve daha da kaotik elbette. etrafta bayramlıklarını giymiş, çoluklu çocuklu ne yapacağı pek de belli olmayan, öngörülemez, gürültücü, neredeyse mutlu, aniden duran, öylece bekleyen, fotoğraf çektiren, fotoğraf çeken, renkli ve hatta rengarenk bir kalabalık vardı… istanbul’da, evinde kalan neredeyse bütün ahali sokaklara çıkmış gibiydi. bir gün yeni deniz hatlarından biri olan kadıköy-eyüpsultan hattını denedik. eyüpsultan sokaklarından yürüdük ve inanılmaz güzellikteki mezarlığın içinden yürüyerek piyer loti tepesi’ne çıktık. yine aynı yoldan geri döndük… bu hattı denizden geçmek inanılmaz keyifliydi…

bir diğer gün meşher’deki göz alabildiğine istanbul sergisi’ne gittik; benim için ikinci turdu aslında bu; yine olsa yine giderim. bu ziyaretin öncesinde meşher’in bu sergi için çağrışımlar başlığı altında düzenlediği panellerdeki bazı konuşmacıları dinledim. ilk paneldeki, latife tekin ve murat germen sunumlarını istanbul sevdalılarının mutlaka dinlemesini tavsiye ediyorum. merak edenler şurayı tıklayabilir.

latife tekin’in “İstanbul Üstüne İstanbul Kuranlar” başlıklı sunumunu dinlemek hem çok etkileyici hem de bir o kadar can yakıcıydı aslında; aşağıya minik bir alıntı bırakacağım. burada istanbul’u görmeden hayali olarak ve anlatılanlardan yola çıkarak resmeden sanatçıları selamlıyor latife tekin;

“… o hayal meyal eserler başka bir yerden dokunup duygulandırdı beni, istanbul’u görmeden göçüp gelmiş insanlar arasında büyüdüğüm için. ilk romanlarımda şehrin içinde hayat arayanları hikâye edip anlattım; kederli, masum bir habersizlikle istanbul üstüne kurdukları istanbul’da savrulup gidenleri…”.

murat germen’se “Bakma, Görme ve Aktarma Biçimleri: İstanbul’un Evveli ve Âhiri” başlığı ile yaptığı sunumunda, sergideki gravürlerle ve fotoğraflarla kendi çektiği fotoğrafları karşılaştırıyor ve aslında dönüşümü gösteriyor; latife tekin’in sunumuna çok güzel göndermeler de yapıyor bu arada… buraya ondan da bir alıntı bırakayım;

“… latife hanım’ın şahane metninde ufuk çizgisi lafı geçiyordu. ufuk çizgisi istanbul için çok önemli ve referans noktası. istanbul’u bu yüzden de yüz küsur sene önce de, yada yüzlerle yıl önce de, resmi de dahil ettiğimizde tabii ve şu anda da panaromik olarak kaydetme içgüdüsü uyandırıyor. çünkü istanbul aslen ufuk çizgisi çevresinde şekillenmiş, gelişmiş ve güzelliği orada. bunu ne kadar dikeyleştirmeye çalışırsanız çalışın eninde sonunda yataylık bu kentin her zaman en içsel karakterlerinden bir tanesi…”

üçüncü günün sonunda, dönüş yolunda toplu taşımanın kalabalıklığını da fena halde yaşayınca tatilin geri kalan günlerinde evin yakınlarında, yürüyüş mesafesinde kalmayı tercih ettik.

şimdi elbette bir istanbul şarkısı dinleyelim değil mi? fazıl say ve serenad bağcan‘dan dinliyoruz;

istanbul’u dinliyorum.

***

bu arada tatilde;

yiyun li‘nin yazdığı ve sevgili nuray önoğlu‘nun çevirdiği kazkafanın kitabı‘nı bitirdim. fransız kırsalındaki iki kız çocuğunu anlatan bu kitabı okuyup bitirdiğimde aklıma takılan soru bir şekilde şu oldu. fabienne olmasaydı agnes kim olurdu? kitabın ilk satırlarında karşımıza çıkan cümle “… bu hikayede dikkat etmeniz gereken isim fabienne…” olsa da sanıyorum kilit cümle şu; “kimi zaman birinin ölümü bir başkasının şartlı tahliye belgesidir…”

güney afrika cumhuriyeti’nin ilk kadın seri katil profil uzmanı micki pistorius‘un hikayesi olan catch me a killer dizisini izleyip bitirdim. bambaşka bir coğrafyada ve kültürde geçen diziyi bu türün meraklılarına kesinlikle tavsiye ederim.

ve Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk filmini izledim. ama bir şekilde başroldeki oyuncu ile bachmann’ın bağını kuramadığım ve onun ruhunu yakalayamadığım için filmi sevemedim. böyle bir şeyi hiç beklemediğim için de hayal kırıklığı yaşadım. çünkü bana göre bütün hikaye onun kişiliği ve varoluş biçimi üzerine kurulmuştu filmde… buraya bachman’ın kendisinin bir videosunu bırakacağım; kendi şiiri sürgün’ü okuyor.

… Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. …

 ilhan berk, dün dağlarda dolaştım evde yoktum

yazılmış bu yayına, aynı süreçte benimle olan bir melodi eşlik etsin. joseph tawadros‘dan dinliyoruz;

hidden voices.

bu gece rüyamda ziya paşa’nın iki çiçek şarkısını çalacaktım radyoda… oysa ne ziya paşa’yı tanıyordum ne de iki çiçek diye bir şarkı vardı tabii 😉 sabah elimden olmadan, hafızamda kalan bir şey mi ortaya çıktı acaba diye gugulladım ziya paşa’yı. şairliği dışında çiçeklerden eser yoktu tabii… bir kaç gün önce gördüğüm bir diğer rüyada ise rüyamın içinde rüya gördüm. rüyamda gördüğüm bozuk bir şeyleri düzeltmek için rüyamda uyandım; bozuk olan şeyler önce bir hamur parçasıydı, sonra zarf olabileceğini düşündüğüm bir kağıt parçası. her ikisinin de şekli konveks dörtgendi ve hakikaten uyandığım rüyada bunları düzelttim ve tekrar uykuya geçtim. birbirinin içine geçen bu anlar bir borges öyküsü gibiydi!

epey oldu yazmayalı buraya ve çok şey yaşandı! her şeyden önce acayip seçim yaşadık. yıllardır devam eden ve her defasında hüsranla sonuçlanan seçimlerden sonra bu sonuç bizler için mutlu bir şok oldu sanırım. türkiye genelindeki sonuçlar bir yana istanbul sonuçlarından çok mutluyum; daha önce yazdığım gibi bu şehirde akp’nin pespayeliğini bir kez daha yaşamak istemiyorum. son beş yıldır kentte yaşanan değişimin de devam etmesini hayal ediyorum. bu ekonomik koşullarda önümüzdeki dönem hiç kolay olmayacak ve fakat bir parça da olsa bir değişim umudunu hissetmek sanırım bizlere iyi geldi. en azından bu umudu çocuklarım için hissetmek çok kıymetli… kent demişken buradan calvino‘nun görünmez kentler‘inden bir alıntıyla beraber gittiğim bir sergiye geçeyim.

Çünkü kentler birçok şeyin bir araya gelmesidir. Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin ve takasın; öyle ticari anlamda bir takasın değil kelime, anı ve arzuların değiş tokuşudur.”

sergi epeydir devam ediyordu ve ben tam kaçırdığımı düşünürken uzatıldığını öğrendim. son gün asmalımescit’teki sergiye gittiğimde, her şeyden önce calvino’nun dünyasına yeniden dönmem gerektiğine karar verdim; çünkü çok özlemiştim. eve döndüğümde ilk işim görünmez kentleri ortaya çıkarmak oldu… meraklıları serginin kataloğuna şurada ulaşabilir, oldukça ayrıntılı bir katalog.

sergiye giderken yolda karl ove knausgaard‘ın kitabı gökteki kuşlar‘ı okumaya başladım. anneanne, anne ve onun kız çocuğunun ekseninde dönen, kuşlarla sarılı bir novella bu. kitabı, içeriği konusunda en ufak bir fikrim yokken adı ve içindeki kuş fotoğrafları nedeniyle almıştım. sergiye gidiş-dönüş yolunda bitirdim ama hala kitabın içindeyim; bir anlamda kitabın yazılmasına neden olan søren kierkegaard’ın kırdaki zambak ve gökteki kuş kitabını okuyorum çünkü. knausgaard için bu kitabın fikri, arkadaşı fotoğrafçı stephen gill’in “direk” adı altında derlediği fotoğraflarını görünce oluşmuş; bu fotoğraflardan nasıl etkilendiğini  the new yorker dergisinde 2 Mayıs 2019’da yazdığı “to be a bird” (kuş olmak) makalesinde de anlatmış. hakikaten inanılmaz etkileyici fotoğraflar. kuşlara meraklıysanız bilirsiniz; onların dünyasına biraz olsun girince elinizde olmadan bir bağ kuruyorsunuz. ben de bir süredir kendimi onlarda uzak tutamıyorum…

kierkegaard “karşılaştırma huzursuzluğu” dediği şeyden muzdarip olan bizlere gökteki kuştan ve kırdaki zambaktan öğrenebileceğimiz ilk şeyin sükut etmek olduğunu; çok sözün ve gevezeliğin endişeye götüren bir yol olduğunu söylüyor… taşlarla, toprakla, kumla, kuşlarla, çiçeklerle, otlarla, ağaçlarla yani doğanın kendisiyle gerçek bir bağ kurmaya başladığınızda bu sükut hali kendiliğinden geliyor sanki… seçimden önceki cumartesi günü bizim mezunlar derneği’nden bir grupla birlikte ataşehir’deki botanik parkına açan sakura ağaçlarını görmeye gitmiştim. hemen herkes sakuraların peşindeyken ben henüz açmamış lotusların (nilüfer çiçekleri) başından ayrılamadım; hala bir yanım orada, o derin ve bir o kadar canlı sessizliğin içinde…

“… Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin

can yücel, martılar ki

bütün gün mutfak ve çalışma odamı (belki köşemi demem daha doğru) temizlemekle geçti… uzun süredir yapmam gereken derin temizliği yaptım; dolaplar çekildi, alt kapaklar çıkarıldı ve kıyıya köşeye biriken tozlar ve yağ tabakaları temizlendi… camlar ve kapaklar silindi… fayanslar ve zemin ovuldu… dolap içlerine giremedim; buna ne zamanım ne de enerjim kaldı çünkü. 

ardından çayımı demledim ve memleketin b.k.ttan politikası yetmiyormuş gibi izlediğim avustralya politik dizisine devam ettim… şahane bir aborijin kadın politikacının etrafında dönen bir hikaye bu. biraz tekinsiz ve öngörülemez bu kadına bayıldım. oğluyla yaptığı konuşmada, “bizim elimize gelen kağıtlar” bunlar dediğinde gülümsemekten kendimi alamadım. kendi çocuklarıma bu repliği ben de söylemiştim çünkü… diziyi merak ettiyseniz şurada buyrun

borgen’i izleyip sevdiyseniz ve memleketin siyasi saçmalıkları yetiyor, ne gerek var demiyorsanız izleyin derim. 

bütün bunlar olurken, ara ara bu gece gördüğüm rüyamı düşündüm. erittiğim altınla yaptığım, biraz telkari havasında ama acemi işi olan yıldızlar hala gözümün önünde pırıl pırıl parlıyorlar … (24 mart, 18.25)

***

günün sürprizi, sabah bulutlu ve rüzgarlı bir havaya eşlik eden turuncu dolunayla karşılaşmak oldu… nedense dünden sonra yine açık ve ılık bir haftaya başlayacağımızdan emindim. evin normal sabah rutininden sonra biraz çalıştım, sonra yürüyüşe çıktım, feci bir yağmura yakalanarak remzi kitabevi’nin cafesine sığındım ve orada çalışmaya devam ettim. 

akşam epeydir bir kenarda birikmiş temiz çamaşırları katladım ve ütülenmesi gerekenleri ütüledim. bu işi yaparken de kıraathane istanbul edebiyat evi’nin youtube’da yayınladığı Modernist Edebiyatın Türkçede Doğuşu 3 yayınını dinledim. ikinci yeni şiirini seviyorsanız, mutlaka ilginizi çekecektir. epeydir ev işlerini yaparken kulaklığı takıp edebiyatla, sanatla veya tarihle ilgili söyleşileri ve programları dinliyorum. hem yaptığım ev işlerini kolaylaştırıyor hem de harcadığım bu zamanı değerlendirmiş oluyorum. bazen de tamamen kendimi yaptığım işe veriyorum. becerebilirseniz inanılmaz bir meditasyon bu; insanın zihni tamamen boşalıyor bu şekilde. yıllar içinde ev işlerini keyifli bir şeye dönüştürebilmemin nedeni bunu anlamam oldu sanırım. camların silinmesi dışında evdeki hiçbir işi bir yabancının benim için yapmasını hayal edemiyorum artık! (25 mart, 21.30)

***

kuşlar bir telaş içindeler… sizler de fark ettiniz mi bilmiyorum ama yeni yavrulara hazırlık için ağızlarında çalı çırpı oradan oraya uçup duruyorlar… şu sıralar evin civarındaki iki martıyı izliyorum; hülya ve derya. isimlerini tezer italya’ya dönmeden hemen önce verdi. benim kuş merakıma evde en fazla tezer ilgi gösteriyor. ada ise kuşlardan söz etmeye başladığımda gözlerini devirip ortamdan uzaklaşıyor 😉 neyse ben hülya ve derya’ya döneyim. hemen evin karşısındaki tek katlı evin çatısına yerleştiler epeydir; sanki bir yuva hazırlığı içindeler ama o kadar açık bir ortamda nasıl yumurtalarını korurlar bilmiyorum doğrusu… çünkü tam bacanın dibine bir yuva yapıyor gibiler. bacanın üzerinde ve çatıda bir takım romantik hareketler oluyor tabii; malum aşk mevsimindeyiz! geçenlerde tam da böyle bir sahneyle hangisinin derya hangisin hülya olduğu da netleşmiş oldu; koca kafalı olan derya imiş meğer 😉 (26 mart, 19.40)

o zaman hülya ve derya için sezen‘den dinliyoruz.

ben her bahar aşık olurum.

fotoğraf pazar günü mutfak temizliğinden…

Bir plasenta huzursuzluğu

insan kendini büyük bir iştahla yiyebilir

iç orada başlıyor, dilyoksesvar karanlıkta…”

-asuman susam, plasenta I, PLASENTA

Bugün doğum günüm. Az önce ne kadar mutluydum… Uykum var. Doğum günüm olduğu için yazmak istiyorum. Babam Livaneli’nin İstanbul Konseri’ni almış. Canım benim…. (21 Mart 1986, 23.02, Antalya)

***

Ne güzel bir gündü… Sabah “Evolution” dersi ile başlayan günümde diğer derslerin hiçbirine girmedim. Aslında bu bir hataydı belki de… OLSUN! Topluluktaki APAR TOPAR YK toplantısı; alınan kararlar ve …’in durumdan hoşnut olmayışı, bir bakıma haklı. Ancak topluluğun yapısını bilmediği için de buna zorunlu olduğu bilmiyor. Anlayacak… Güler hanım’la terapi, konuşmadan hoşnut olmayışım. Neden bu insana bunları anlatıyorum…. SAÇMA! Ve bugünün güzellikleri; öğleden sonra çimenler, Kameray ile konuşmak, okulun en güzel zamanları… Ardından …, çiçeklerim, nefis yemek, şarap, antik kandilim, neşem, mutluluğum ve gülüşüm hatta biraz fazla şımarmam… Gecenin büyüsü, Ankara’nın yükseklerden görülen olağanüstü ışıkları, baharın müjdecisi ılık hava. Sarhoş gibi hissetmem. Bunca şeyin arasına sıkışan kapkara düşünceler… ANLAŞILMAZ… Yeşim’le Çiğdem’in olağanüstü güzel hediyeleri, Funda’nın kendi yaptığı kalemlik, Levent’in doğum günüm için telefonu, okuldaki mutluluk. VE BUGÜN BİTTİ… Yeni bir gün başlıyor. Alerjim korkunç bir durumda, NEDEN?…

ps. En önemli şeyi unuttum, sabahki FARE KATLİAMI, Vahşet… Bu durumdan nefret ediyorum. (21-22 Mart 1991, 24.45, Dikmen Ankara)

***

Ada ile sahilde kahvaltı yapıyoruz. Ali ÜDS sınavında. Tezer bir ergen; yorgun hissediyor. ve bugün 42 bitti 🙂 Güneşli, rüzgarlı, ılık bir İstanbul sabahı… (21 Mart 2010, İstanbul, İdealtepe Sahili)

***

50’ye varmadan önceki son çıkışı da kaçırdım. Aslında bu “çıkış” ifadesi tehlikeli… (21 Mart 2017)

***

Girne’deyim. 50. doğum günümde… Bugünün rengi sarı… Ruhu Akdeniz… Tırmanışın sonu gibi hissediyorum; ve keyifli bir geri dönüş yolu istiyorum. Herşeyin başına dönmek için… (21 Mart 2018, Girne Limanı’na bir otelin balkonunda)

***

Uzun bir sessizliğin ardından 55’e ulaştım. Ürkütücü… (21 Mart 2023)

***

günlüklerimde geçmişteki doğum günlerime baktığımda ilk yıllarda gelen yeni yaşı hiç anmazken, son yıllarda yaşa hep vurgu yapmışım; doğal bir sonuç bu tabii. bu noktada şaşırdığım tek şey on sekiz yaşına girdiğimde buna hiç vurgu yapmamış olmam oldu ama düşününce bizim zamanımızda reşit olmanın bir önemi yoktu sanırım; özgürlüğümüz anne baba evinden çıkıp ekonomik olarak bağımsız olmamıza bağlıydı… 

elli sonrası beni biraz ürküttü doğrusu ama elli beş sınırını aşarken artık buna mümkün olduğunca takılmamaya karar verdim; yeni kendime ve yeni yaşıma sarıldım… buna son dönemde günlüklerimi okumam da yardımcı oldu… yıllar içinde ne kadar bunaldığımı, kendi içimdeki, dışımdaki hayatla büyük bir çatışmanın içinde olduğumu fark ettiğimde elimde olmadan kendime bir şefkat duydum;) belki de bu yüzden bilmiyorum bu yıldan itibaren her yıl doğum günümde kendime “özel” bir hediye almaya karar verdim. bu yılın hediyesi japon tasarımı bir sebze doğrama bıçağı, üzerinde hititçe biz yazı olacak… henüz hediyem gelmedi; geldiğinde bir aşdamı tarifiyle bıçağımı sizlerle paylaşırım 😉

bir anlamda evrilen z’ye dair son bir şey söylemek istiyorum; yıllar içinde yazarken büyük harflerden net bir şekilde vazgeçmişim… bunun kayda değer bir sembolik anlamı var diyerek burada susacağım (22 mart, 12.15)…

***

bu yıl elbette kendime yine bir şarkı listesi hazırladım; onsuz olmazdı… yıllar içinde çok sevdiğim kadın müzisyenlerden ve şarkılarından oluşuyor bu liste… muhtemelen gelişmeye ve büyümeye devam edecek… listeye ve elli altıya damgasını vuran ayten alpman şarkısını çalalım önce, siz sonra isterseniz listeyle devam edersiniz…

her yaşın ayrı bir güzelliği var.

“İstanbul bir Babil, bir dünya, bir kaos. – Peki güzel mi?- Fevkalede. – Çirkin mi? – Korkunç derecede. – Beğendin mi? – Büyülendim. – Kalacak mısın? – Nereden bileyim! Başka bir gezegende ne kadar kalacağını kim söyleyebilir?”

– Edmondo de Amicis, Constantinople, 1877

bir haftaydı. pazar günü sazlı’ya giderek ağaçlarımıza ve anemonlara kavuştuk… dönüşte “rüya gibi bir gündü” dedim a.’ya… hala öyle hissediyorum… her şey o kadar hızlı ve yoğundu ki zaman geçtikçe rüya hissi daha da arttı… salı günü bizim mezunlar derneği’nden bir grupla iş bankası’nın resim ve heykel müzesi’ni, meşher’deki göz alabildiğine istanbul: beş asırdan manzaralar sergisini ve casa botter binasını gezdik. istanbul’u seviyorsanız meşher’deki sergiyi mutlaka gezmelisiniz; elbette resim ve heykel müzesi ile birlikte botter binasını da… 

yerel seçimlere sayılı günler var ve beni istanbul’un yeniden akp’ye geçmesi ihtimali mahvediyor… büyükşehir belediyesi son yıllarda istanbul’da pek çok iyi şeyin yanında ibb miras başlığı altında yaptıklarıyla şehirde bizlere vahalar yarattı… akp geldiği takdirde bunları korumak yerine muhtemelen kendi pespayeliğine dönüştürerek yok edecektir! buna şüphe yok…

araya beni yatıran bir hastalık girdi; en son geçen yıl yine bu zamanlarda sanırım covid-19’a yakalanmıştım. hala tam olarak toparlamış değilim!

hafta sonu topluluktan gençler istanbul’a geldiler; cumartesi onların gezisine katıldım ve akşam homer’de birkaç jenerasyon bir arada süper tatlı bir akşam geçirdik… o akşam içilen onca şarabın ardından yapılan konuşmalarda pek çok duygunun, kaygının, heyecanın, merakın bir döngünün içinde kendini farklı formlarda yeniden yarattığını bir kez daha hissettim…

bütün bu olan bitenin arasında bana bir kitap ve bir dizi eşlik etti. Bir yanda a. ile birlikte true detectives’in alaska’da geçen son sezonunu izlerken diğer yanda nastassja martin’in vahşi hayvanlara inanmak kitabı okudum.

hayat denen şeyin kendisiyle, dünyayla kurduğumuz bağı ve varlığımızı sorgulatan bir kitap vahşi hayvanlara inanmak. doğayla kurduğum bağı yeniden anlamaya ve hissetmeye başladığım bu yeni evremde, kabul etmeye zorlandığımız ikilikler üzerine kurulu bir dünya tahayyülünü aşmayla ilgili bu kitabı çok sevdim; sanırım önümüzdeki günlerde döne döne yeniden okuyacağım bir metin olacak… buraya minik tadımlık bir alıntı bırakayım (17 Mart, 7.45);

İlişkisel kalıpların kapsamayı başaramadığı bu deneyim düğümlerinin kesişme noktalarına, bir gölgeyle korunup, bir boşlukla çevrilen yerleri, varlıkları ve olayları düşünmek gerek.” 

***

bugün beyoğlu’nda bir belgesel film gösterimi ve söyleşisine katıldım… şu anda bunun ayrıntısına girmekten çok orada karşılaştığım bir kadınla konuşmamızı aktarmak istiyorum. gösterinin başlamasını beklerken kitabımı okudum, servis yapan kadın çayımı getirdiğinde yan masada oturan bir kadın “kitabınıza bakabilir miyim?” dedi. elbette diyerek jun’ichiro tanizaki‘nin bazıları ısırgan sever kitabını uzattım. arka kapağı okudu ve bana dönüp “bizim değer yargılarımıza, adetlerimize uygun mu?” gibi bir cümle kurdu. muhtemelen suratım dağıldı; sinirlendiğimde bunu gizleyebilen biri değilim. sanırım yüzümdeki her bir hücrem böyle durumlarda öfkeyi olduğu gibi dışa yansıtabiliyor! elimde olmadan “değer yargılarımıza derken?” dedim. yani bize benziyor mu, uyuyor mu gibi gakguk denebilecek bir kaç cümle kurdu. “okuduğum kitaplara veya izlediğim filmlere böyle yaklaşmam” dedim. “dışarıda başka hayatlar var, başka dünyalar var. bunları anlatan kitaplar, filmler var… kabul edip etmemek bir seçenek değil bence…” diyerek devam ettim. “biz diyerek genellenebilecek bir topluluktan söz etmek zor burada” diye de söyleyeceğimi bitirdim. “öyle tabii” dedi ve benim de kitaplarım var diyerek arka taraftaki raflardan iki kitap çekip bana uzattı. şaka değil bu… altı yedi kitabı olduğunu, nerede bilmiyorum ama köşe yazıları yazdığını falan anlattı… gülümseyerek dinledim sadece… sonra adımı ve anlamını bilip bilmediğimi sordu, “isimler bizi biz yapan şeyler. aslında kim olduğumuzu söylüyorlar” dedi. birlikte nişanyan sözlükten adımın etimolojisine, sözcük kökenine baktık… buraya onu da bırakayım…

Arapça zhr kökünden gelen zahrāˀ زَهراء “ışıyan, parlak (dişil)” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça azhar أزهر “ışıyan (eril)” sözcüğünün faˁlāvezninde sıfatı dişilidir. Bu sözcük Arapça zahara زَهَرَ “ışıma, parlama” sözcüğünün afˁal vezninde sıfatıdır.”

sonra “şükürler olsun” film gösterimi başladı… (19 mart, 17.45)

***

şu son birkaç haftadır en çok ne yapmayı seviyorsun derseniz, uzun süredir özlemini çektiğim istanbul’u yaşıyorum diyebilirim…

bu yüzden şarkımızı no land söylüyor…

yukarıdaki alıntı da meşher’deki sergiden. çocuk kalbi’nin yazarı edmondo de amicis de içinde benim de olduğum bazılarımızdan farklı hissetmiyormuş istanbul’a dair anlaşılan!

fotoğraf zeytinlikten elbette…

Kalkın gayrı uşak, sarma yapacaz dedik ya akşamdan, ne yatıp durursunuz. Aş da zabaan, iş de zabaan, öğlen oldu…

nurşen şenol gülloğlu, mutfağın hatıra defteri

bugün memleketim burdur’dan çok özel bir tarif var; sarmaşı…

benim için gerçek bir anane yemeği ve benim çocuklarım için de öyle. geçen hafta annem gitmeden hemen önce yine birlikte yaptık… ananem haşhaşı aşağıdaki gibi bir taşta ezerdi; mutfağa dair çocukluğumdaki eşsiz anılardan birisidir bu. büyülü bir tarafı vardı; çıkan kokuyu hala hatırlıyorum… bu aletler binlerce yıldır kullanılıyor; müzelerde mutlaka görmüşsünüzdür. 

ananemim o taşına sahip olabilmeyi çok isterdim

bugün vereceğim tarifi eşsiz kılan ilk şey kesinlikle içindeki haşhaş. elbette yeme biçimi de onu özel kılan şeylerden birisi; instagram hesabımda hem yapma hem de yeme sürecini göreceksiniz…

yaprakların içine bir şeyler konularak yenilen yemekler son derece yaygın dünyada sanırım; asyalıların da perilla (biftek otu) yaprakları içine sarıp yedikleri pek çok yemek var.

malzemelerim; iki su bardağı bulgur, 2 büyük soğan, 150 gram ezilmiş haşhaş, bir su bardağı ezilmiş ceviz, 250 gram sert salamura peynir, iki çorba kaşığı kuru nane, kesinlikle bolca zeytin yağı (miktarı size bırakıyorum), bir avuç kadar taze nane yaprakları, tuz.

nasıl yaptım; soğanlar zeytinyağında hafifçe kavruluyor ve sonrasında içine haşhaş ezmesi ekleniyor. 3-4 dakika kadar bu karışım kavrulduktan sonra kaynamış su, tuz ve ardından bulgur ekleniyor.  suyun miktarını normal bir bulgur pilavı ölçeğinde düşünebilirsiniz. pilav suyunu çektiğinde rendelenmiş peynir, cevizler ve kuru nane konularak iyice karıştırılıyor ve kabarması için ocağın altı kapatılıyor. servisten hemen önce ince doğranmış taze naneler ekleniyor. taze nane kısmı benim eklediğim bir detay!

yemeğe dair bazı notlar;

peynir mümkünse sert salamura peynir olmalı ama sert bir beyaz peynir de olur.

Yapraklar salamura olmalı. bu nedenle yoğun tuzunu azaltmak için yemeği yapmadan önce ıslatmakta fayda var… 

annem her zaman düzgünce sararak yer bu yemeği; ben ve çocuklar neredeyse bohça yaparak yiyoruz 😉

***

elbette şahane bir burdur türküsü olan serenler zeybeği‘ni dinleyeceğiz şimdi.

canlı bir kayıt bu; sümer ve taner özgü kardeşler hem oynuyor hem söylüyor.

youtube videosu için şurayı tıklayınız.

yakamadığınız cadıların torunlarıyız.”

  8 mart yürüyüşünden bir pankart

ve dün gece sadece beş saat uyuduğum için kendimi ciddi yorgun hissediyorum; ama bir o kadar da hiperaktif… genel olarak böyle oluyor, ne kadar yoğunsam o kadar verimli oluyorum…

dün gece akm’de rossini’nin II. mehmet (maometto II) operasını izledim. en son ne zaman opera izlemiştim hatırlamıyorum, “bin yıl” olmuştur muhtemelen. akm’nin ortamı, dekor, kostümler iyiydi ama özellikle erkek koro sahneleri ara ara müsamere hissi yaratmadı değil… akşam üzeri giderken yol boyunca spotify’dan eserin farklı versiyonlarından parçalar dinledim. belki de iyi bir fikir değildi bu; beklentimi yükseltti çünkü. şu anda da aynı eseri dinliyorum…

taksim’den eve dönmem zaman aldığı için yatağa neredeyse bire doğru girebildim ve uykuya geçmem çok zor oldu; sabah ise görev beklediği için altıda kalktım!!! ada’nın öğle yemeğini, kahvaltısı ve kahvesini hazırlayıp onu geçirdim. kendime bir fincan kahve alıp biraz okudum ve sonrasında hemen çalışmaya başladım… üzerinde çalıştığım çok uzun bir yazıyı bitirdim; pek çok ilgili hekimin bir araya gelerek yazdığı diyabetik ayakla ilgili bir uzlaşı raporuydu. hastalığa aşinalığınız varsa, yarattığı olası görüntüleri ve olasılıkları da biliyorsunuzdur… babamın neredeyse son on yılına damgasını vuran rahatsızlığının yarattığı görüntülere ve olasılıklara çok benzer bir hastalık olduğu için bir şekilde metinle bağ kurarak okudum ve buna çok acı verdi! bittiği için gerçekten mutluyum!

bugün pazar günümdü; zor geldi ama yine de gittim. emeklilik sonrası hayatıma giren bu pazar olayını seviyorum. buzdolabımda sürekli nispeten daha ucuz ve kesinlikle daha taze sebzelerim ve meyvelerim oluyor. karşıma sürpriz otlar ve yeşillikler çıkması da bu işin en keyifli tarafı. artık düzenli olarak alışveriş yaptığım mantarcım, avokadocum, peynircim ve yeşilliklerimi aldığım genç bir oğlan var. gülümseyerek “hoşgeldin abla” demeleri hoşuma gidiyor. son haftalarda düzenli mandalina aldığım adam, “mandalinalarımın güzelliğine dayanamıyorsun değil mi abla?” dedi. bu tecrübelerle ablalığa da alıştım sanırım… çok taze ısırgan buldum ve akşam yemeği için yıllardır yapmayı istediğim dalgan köftesini yaptım bugün. radyo aşdamı‘na mutlaka bu tarifi eklemeliyim…

diğer tarafta bugün pazarda çok canımı acıtan bir şey yaşadım. bir tezgahın önündeyken, orta yaşlı bir kadın biten maydanoz tezgahına yanaştı. kalan minik dalları, hatta iri ve düzgün olan yaprakları topladı. satıcı çocuğa dönüp “bitmiş zaten, ben alıyorum bunları iznin olursa” dedi. çocuk sadece gözleriyle onay verdi. içinde olduğumuz bu korkunç ekonomik krize dair bu tanıklık gerçekten çok ağırdı. insanlar çok zor durumda ama hayat bir şekilde hiç bir şey yokmuş gibi devam ediyor… (7 mart, 21.00)

***

bugün 8 mart dünya kadınlar günü… aslında taksim’e gidecektim ama kendimde fiziksel olarak o gücü bulamadım. sinemaya gittim ve öğretmenler odası (Das Lehrerzimmer) filmini izledim. çok yalın ama bir o kadar da katmanlı olan bu filmi çok sevdim. aslında her şey filme adını veren öğretmenler odası üzerinden anlatılıyor gibi görünse de gerçek metni sanki öğretmen carla’nın sınıfta, spor salonunda ve okulun diğer alanlarında çocuklarla olduğu ortamlar üzerinden okuyoruz. filme dair bir yazı için lütfen tıklayınız. yazı epey “spoiler” içeriyor ama haberiniz olsun!

bu arada söylemeden edemeyeceğim. filmde bir sahne var. carla öğretmenler odasında konuşmalardan bunalıp hızla sınıfa gidiyor ve çocuklara şimdi birlikte çığlık atıyoruz diyor. uzun uzun hep birlikte çığlık atıyorlar… böyle bir ana ne kadar ihtiyacım olduğunu bütün hücremlerimle hissettim

sosyal medyada herkes günün anlam ve önemine dair bir şeyler paylaşıyor; içimden hiç bu konuda tekrara düşmemek için bir şey paylaşmak gelmedi. son yıllarda her durum için olay günü yapılan yorum ve gösterilen tepki fırtınalarına dahil olmak istemiyorum. bir sonraki gün hayat kaldığı yerden devam ederken bu tepkiyi sadece bu şekilde verme düşüncesini kaldıramıyorum çünkü; yanlış anlamayın bu kimsenin verdiği tepkiye bir eleştiri değil sadece kendi hislerimi anlatma ihtiyacı! ben ne yaptım bütün bu fırtına içinde dalgan köftesi tarifi yayınladım!

sinema öncesinde caddebostan kültür merkezi’ndeki kadıköy kitapçısı’nda kitapları karıştırırken karşıma çıkan bir kitabı aldım; jun’inhiro tanizaki‘nin bazıları ısırgan sever romanı bu! bunun sonrasında dalgan köftesi yayını ile alıntıladığım murathan mungan‘ın son istanbul kitabını da okuyacağım. (8 mart, 22.30)

***

niye bilmiyorum dün geceden beri hümeyra dinliyorum ve şimdi onun benim şarkılarım albümünü tüm kadınlar için çalıyorum! (9 mart, 11.05).

spotify hesabı olmayanlar için albümün youtube bağlantısını buraya bırakıyorum.

imajın kaynağı için tıklayınız.

“Kolay olanı herkes sever anne, iş ısırgan otunu sevmekte…”

murathan mungan, son istanbul

dün pazarda tazecik ısırganları görünce dayanamadım aldım ve yıllardır yapmayı planladığım dalgan köftesini yaptım. yıllardır diye öylesine söylemiyorum, çok eski bir radyo z dinleyeni, ki buralarda yoktur artık, bana annesinin yaptığı dalga köftesinden getirmişti. üzerinden rahat 13-14 yıl geçmiştir. egelilerin ısırgana dalgan dediğini de böyle öğrenmiştim. 

ısırgan elbette çocukluğumun otlarından birisi. antalya’nın başka bir antalya olduğu çocukluğumda apartmandaki anneler ve çocuklar olarak ot toplamaya çıkmıştık. hayatımda ilk kez ısırgan o zaman yedim. yanlış hatırlamıyorsan fatoş teyze çorbasını yapmıştı; sevmediğimi hatırlıyorum. o zamanlar ebegümeci ve labada severdim. zaman içinde bütün otlara aşkla bağlandım. 

ben yaptığım dalgan köftesinden aşkla söz ederken, ada benimle dalga geçip “güzel ama o kadar değil, ben böyle mantıdan söz edebilirim ancak” dedi 😉 

burada susup tarife geçmeden önce, buğday derneği’nin internet sayfasında şaduman karaca’nın yazdığı şahane bir ısırgan otu yazısını buraya bırakıyorum; lütfen tıklayınız.

***

malzemelerim; 350 gram ısırgan otu (dalgan), 2 orta boy taze soğan, bir orta boy mor havuç, 4 küçük yumurta, 3 tepeleme kaşık mısır unu, bir büyük dilim tulum peyniri, tuz, zeytinyağı. 

nasıl yaptım; iri iri doğranmış ısırgan otlarını tuzladım ve on dakika kadar beklettim. Yumurtaları çırptım ve havucu rendeledim. sonrasında zeytinyağı hariç tüm malzemeyi karıştırdım. tavayı yağladım ve hafifçe ısındıktan sonra ısırgan köftelerini kızarttım. fırın patates ve hünnap turşumla birlikte yedim.

yemeğe dair bazı notlar;

aslında bu bir mücver ve bence pek çok otla ve yeşil yapraklı sebze ile bu tarif yapılabilir.

pazardan aldığım ısırgan gerçekten çok tazeydi. en alt kısmı kestim ve iyice yıkadım. hafifçe ellerimi yaktı ama çok geçici bir şeydi bu…

ısırganın tadını bastırmamak için baharat ve nane, dereotu gibi farklı bir yeşillik kullanmamayı tercih ettim…

tulum peyniri olmak zorunda değil ama hafif kekremsi, keskin tatlı bir peynir daha iyi bir seçenek olur diye düşünüyorum. yani taze kaşar kesinlikle doğru peynir değil.

gugullarsanız göreceksiniz, derin yağda kızartma olarak yapılıyor bu tarif. ben bütün mücverlerimi yıllardır kullandığım pancake tavamda hafifçe yağlayarak yapıyorum; çok az değil belki ama makul bir yağ miktarı ile.

***

dalgan köftesi bir aydın yemeği. o zaman bir aydın türküsü dinlemek lazım değil mi? ilkokul öğretmenim gülseren hanım’dan öğrendiğim ve bugün hala ezbere bildiğim bir türkü geliyor şimdi. hem de çocukluğumun bir sesinden.

hasan mutlucan söylüyor

yörük ali zeybeği yani şu dalmadan geçtin mi?

bu türküyü bağıra bağıra söylemeye bayılırdım.

1 2 3 41

kategoriler