Sometimes days go speeding past
Sometimes this one seems like the last

-mavis staples

yani en sevdiğim ayı hiç pas geçmek istemiyordum ama bir türlü yazamadım; ne zaman yazmayı denesem sözcükler birbirine bağlanamadı, dağılıp gitti… oysa uzun uzun son zeytin hasadımızı, elde ettiğimiz yağın güzelliğini ve kuzey ege’nin dingin, huzurlu sonbaharında geçirdiğimiz bir kaç günü anlatmak istiyordum size, olmadı… şiir okurmuş gibi izlediğim sokço’da kış filmini anlatmak, bir hastane dizi meraklısı olarak bayıldığım the pitt dizisinden söz etmek istiyordum, yapamadım… georgi gospodinov’un bazen boğazımda kocaman bir yumru, bazense bir gülümseme ile okuduğum kitabı bahçıvan ve ölüm’ü, yasın kişiselliğini, babalarımızla olan ilişkimizi ve bu kitap nedeniyle katıldığım bir okuma grubu deneyimi sonrasında, neden kendimi böyle gruplardan uzak tuttuğumu anlatmak istiyordum… en çok burada zihnimdeki sözcükler tuzla buz oldu; neden bilmiyorum!

memleketin bitmek bilmeyen zırvalıklarına dair yapacak çok da yorum vardı elbette; ama o noktada susmak istedim sanırım!

neyse kaldığımız yerden devam edelim… 

kasım ayının şöyle bir güzelliği oldu, sabah yürüyüşlerime uzun bir aradan sonra geri döndüm. sabah kendime minik bir sandviç hazırlayıp, sekize doğru evden çıkıyorum; bir saat yürüyorum; aralarda yarım saat kondisyon aletlerinde çalışıyorum. yani doksan dakika spor yapmış oluyorum… sonrasında beltur’a uğrayıp bir haşlanmış yumurta ve çay alarak kitabımla ve müziğimle birlikte kahvaltı yapıyorum. saat ona doğru eve dönmüş oluyorum, kendime bir kahve yapıp çalışmaya başlıyorum… sanırım son günlerde bana en iyi gelen şey bu!

bir diğer iyi şeyse meltem gürle’nin irlanda defteri’yle geçirdiğim  zamanlar; araya james joyce’in dublinliler kitabından öyküler de giriyor… irlanda defteri inanılmaz güzel bir kitap; elimde küçük bir hazine olduğu duygusuyla, ağır ağır, tadını çıkara çıkara, içime çarpan, yayılan dalgaların hissiyle okuyorum. 

bu sabah dün okuduğum denemeyi tekrar okuyarak yaptım kahvaltımı… bu denemeyi 2018 yılında birgün’deki köşesinde yayınlamış meltem gürle. kitaptan tadımlık bir parça isterseniz şuraya tıklayın lütfen. aşağıya da bir alıntı bırakacağım bu yazıdan:

“… Müzeden çıktığımda, bu sefer bir şeylerin farklı olduğunu biliyordum. Hemen eve dönmek istemedim. Her gün uğramayı adet edindiğim markete de gitmedim. Yol üstünde bir yer bulup oturdum. Dalgın dalgın kahvemi yudumlarken, her Perşembe sektirmeden yaptığım bu ziyaretlerin sebebini düşündüm. Bu tablonun üzerimdeki gücünü anlar gibi oldum sonra. Dünyanın barbarlığına, gündelik hayatın bayağılığına, hepsi birbirine benzeyen günlerimizin biteviye tıkırtısına karşı bir can simidi gibi sarılmıştım ona.

Son birkaç senedir, felaketlerle ve düş kırıklıklarıyla kararan hayatlarımızın acıklı bir şekilde küçüldüğünü fark ettim. Umutlarımız, beklentilerimiz, hayallerimiz düpedüz nefessiz kalmıştı. Hildebrand’ın Hellelil’e duyduğu tutkulu aşkta, içinde bulunduğumuz nefes darlığını açan bir büyüklük, bir genişlik vardı. Bu tablo, insanın içini sızlatan güzelliğiyle, sıradan ve ortalama olan her şeye meydan okuyordu. “Vazgeçme,” der gibiydi sanki, “derin duygulardan, büyük hayallerden ve aşktan hiç vazgeçme!”

Kahvemi bitirip kalktım. Eve doğru yürüdüm sonra. İçimde bir sonraki Perşembe gününün beklentisiyle
.”

sizin böyle sarıldığınız bir can simidiniz var mı bugünlerde? 

benim can simidim kesinlikle doğa diyerek sizi kasım ayında en çok dinlediğim albümle başbaşa bırakıyorum…

kapaktaki fotoğrafın tamamını görebilmeniz için aşağıya da bırakıyorum; adatepe’de zeus altarı’na çıkarken ormanda karşılaştığımız ağaçlardan biri bu… evet dünya kesinlikle hüzünlü ve fakat güzel bir yer diyerek susuyorum!


“… Ben günebakanı yeğliyorum
Belki de güne yöneldiğim için yine
…”
-can yücel

ardından geriye doğru sarayım!

dün dingin bir pazar günü yaşamayı planlıyorduk; ada’ya mı gitsek, steve mcCurry sergisini mi görsek, sinemaya gidip ferzan özpetek’in son filmini mi izlesek diye düşünürken, son patlayan casusluk zırvalığı haberlerini izleyince kendimizi çağlayan’da bulduk. gittiğimizde ortam doğrusu biraz hüzünlüydü. özgür özel’in konuşması bitmiş, kalabalık azalmış, etrafta öylece dolaşan, kaldırımlarda oturan, adliyenin karşısındaki kafelere ve fastfood lokantalarına yerleşmiş ne yapacağını pek de bilmeyen insanlar ve elbette sayıları en az onlar kadar olan gencecik polisler vardı her yerde…

polisler çok gençti ama gelenlerin yaş ortalaması kesinlikle ellinin üstündeydi ve çarşamba akşamları yapılan mitinglerdeki profilin aynısıydı…

biz de o dağınık kalabalığın parçası olup etrafta dolaştık biraz, epey yürüdük, karnımız açtı, bir şeyler içmek istedik ama içimizden bir mekana girmek gelmedi. kalabalığın olduğu alanın alt kısmında bir migros vardı, içecek bir şeyler ve meyve almak için oraya girdik. alanın kalabalığının bir kısmı, polisler dahil oradaydı. bizim gibi içecek ve meyve alanlar, aldıkları donmuş pizzalarını migrosun içindeki fırında ısıttıran, ananas ve mango doğratan polislerle ortam hakikaten çok acayipti.

bir kenara oturduk, ben iki mandalina yedim, a. portakal suyunu içti… sonrasında dönmeye karar verdik. ve ağustos’ta kutlayamadığımız evlilik yıldönümünü kutlayalım geyiğiyle bostancı’da sevdiğimiz bir lokantada birer kadeh rakı içerek bir şeyler yedik. konuştuklarımız gündemin siyasi saçmalıklarından uzaklaşıp, kendi olağan gündemimize dönmüştü elbette…

***

daha önce 2025 bizi sağlıkla sınıyor demiştim hatırlarsanız, bu defa ben sol gözümle ilgili bir sorun yaşadım. önce dekolaman denilen, retinanın zarar gördüğü bir tanıyla epey endişelendik ama neyseki yaşanan sorun o değilmiş. içeride bir kanama vardı ve sol gözümün görüş mesafesi epey azalmıştı. şimdi bir tık daha iyi, hala gözümün önünde yüzen şeylerle etrafa bakıyorum ama pus biraz azaldı; sıkça doktorla görüşüp durum takip edilecek, önlem olarak da ağır kaldırmıyorum, uzanmıyorum, eğilmiyorum ve geceleri sırtüstü yatıyorum… artık buraya daha çok yazarım ve yeniden blog okumaya başlarım derken araya bu girmiş oldu…

bu yazıyla yeniden başlamış olayım.

uzun bir aradan sonra hindi zahra dinleyerek güne başladım bugün. size de iki parça çalayım ondan. önce beautiful tango ve ardından at the same time geliyor.

“Yüzü bataklığın yüzeyi gibi sakindi…”
-hiromi kavakami, tokyo’da tuhaf hava

süren yağmur ve soğuğun ardınan bu sabah tek bir bulutun olmadığı masmavi bir göğe uyandık… bedenimdeki ağrılar nispeten azaldığı için sabah egzersizlerimi yapabildim. sonrasında dün gece yayınlanan onlar yayınını dinlemeye karar verdim ama sonra sabah sabah neden bunu kendime yapıyorum diyerek youtube’da müzik dinlemeye başladım. o sırada karşıma deniz tekin’in flu tv’de yayınlanan bir söyleşisi (izlemek için tıklayınız) çıktı. daha dün tesadüfen ticari olarak müziği bıraktığını açıkladığı bir video izlemiştim. söyleşiyle birlikte şarkıları dinlerken çok üzüldüm; bir gün bize geri döner umarım!

deniz tekin şarkılarıyla birlikte kendime bir yumurta salatası ve naneli yeşil çay yaptım. balkona yerleştim ve yine deniz tekin şarkıları eşliğinde, bahçedeki bir kediyle bakışarak ve kargaların şamatasıyla kahvaltımı yaptım… sonrasında haberleri dinlerken öğrendim, meğer bugün dünya yumurta günüymüş 😉

bir önceki yayından sonra yine hastaneli günler geçirdik maalesef… a.’nın ikinci katarakt operasyonu ilkine kıyasla nispeten daha sakin ve olaysız geçti şükürler olsun… sonrasında kardeşlerimizden birinin ameliyatı sonrasında iki gece hastanede kaldım yine… 2025 bizi hastalıklarla sınıyor!

d.’imizin eve çıkmasıyla birlikte bedenimi ağrılara teslim ettim; önce şu sıralar yaygın olan covid salgınına bağladım bu durumu ama sanırım sadece kendimi bırakmaktan kaynaklandı bu tükenmişlik hissi; hala çok iyi hissetmiyorum ama bugün epey toparlanmış kalktım!

evet buraya dönmek için bu yeni bir başlangıç olsun.

dinlemeye doyamadığım bir parçanın yeni bir yorumunu dinleyelim şimdi.

yukarıdaki alıntı son okuduğum kitaptan… bana çok sevdiğim lost in translation filminin duygusunu yeniden yaşatan ve hastane günlerinde okuduğum bu kitap, okumadıysanız aklınızda olsun…

kitabı okurken japonca şarkılar dinledim, genellikle kadın sesinden şarkılardı bunlar. işte en sevdiklerimden bir tanesi…

“… ameliyatla şair oldum ben, ameliyatla yalnız kaldım
diz çöktü çocukluğum cerrahın önünde…”

-küçük iskender, ayrılık patileri

bizim sağlık sistemini tanımlayan sözcüklerden biri sanırım! yaşanan “olayın” her aşamasında bekliyorsunuz çünkü, bazen neyi beklediğinizi bile bilmeden… godot’yu bekler gibi…

haftanın ilk iki günü yine ve yeniden bir hastane macerasının içinden geçtik ya da macera bizim içimizden geçti… bu defa sevgili yarimin katarakt operasyonuydu maceranın nedeni…

olay devletin bir tıp fakültesi hastanesinde geçiyordu…

daha önce çeşitli kereler yazdım; hastalıklara ve hastanelere ilişkin şeyleri çok erken yaşlarda yaşamaya başladım… annem hem kendi sağlık sorunları hem de babamınkilerden dolayı alaylı bir hemşire gibiydi bizim hayatımızda. “bilinçli hastayız” biz gibi bir ifade vardır o günlerden kalan zihnimde!

ilk anılar antalya sigorta hastanesinden; dışarıdaki bankta oturup, kitap okuyarak annemi beklediğimi hatırlıyorum mesela… veya annemin bevliye uzmanı oktay bey’in şevkatli ve griye yakınsayan mavi gözlerini… artık bevliye uzmanlarına ürolog deniyor… epey ameliyat yaşandı küçük çekirdek ailemizde, sıradan basit operasyonların yanında çok ciddi olanlar da vardı. babamın ankara ibni sina hastanesinde geçirdiği ameliyatın sonrasında, annemle odasında yakaladığımız doktorun saatler süren operasyon sonrasındaki yorgunluğu, tükenmişliği ve yemyeşil gözleri bugün gibi aklımda. doktorlara olan saygımda bu sahnenin çok etkisi olduğunu düşünürüm hep…

kalabalık hastane koğuşlarında hasta yakınlarıyla akrabaya dönüşen ilişkilere, yatakların altından sarkan idrar torbalarına, plastik ördeklere, hastane kokusuna, haber getirip para alma umuduyla hasta yakınlara yanaşan açıkgöz hasta bakıcılarına aşinalığım o günlerden kalma…

bugünlerde her şey çok farklı gibi olsa da bazı şeyler zamanın ruhuna uyum sağlayarak aynı! hala devlet hastaneleri pis mesela, hala tuvaletlerde tuvalet kağıdı yok, hala doktorlar nispeten daha yumuşak ve sevecenken hemşireler daha sert ve hoyrat…

annemle babamın skorlarına ulaşamasam da ameliyat sayım fena değil… lisede alınan bademciklerim, sol yumurtalığımı dev bir çikolata kistine teslim etmem, troit bezlerimi ele geçiren nodüller ve en son rahmime yerleşen ama onu benden alamayan dev miyomlar ve elbette biri devlet hastanesinde diğeri havalı bir özel hastane de olan iki normal doğum kişisel sağlık tarihime acısıyla tatlısıyla pek çok şey kattı. bademciklerimi doktorun ona destek olan hasta bakıcıya söylediği çözde al mustafa ali çözde al türküsüyle verdim mesela… ankara altındağ’da gençliğin tecrübesizliği ve içinde olduğumuz koşullar nedeniyle kendi doktorum olmadan, 17 saat süren ve vakumla sonuçlanan bir doğumla tezer’i doğurduktan sonra istanbul’da doktorumun “şahane doğum oluyor” kahkahaları arasında iki buçuk saat gibi kısa bir sürede ada’yı doğurdum… asıl ilk doğumda kutlamaları hakediyordum; ama yaptığım doğum o devlet hastanesinde sıradan bir olay olarak kayıtlara geçti. ada’nın doğumunun ardından ise tüm kat, bütün hemşireler normal doğum yaptığım için beni kutladılar; hastanede uzun bir aradan sonra ilk kez normal doğum gerçekleşmişti çünkü!

o dönemde sahip olduğun özel sağlık sigortası sayesinde, amerikan hastanesinde tiroit bezlerim alındığında, doktorumun gösterdiği özenle hayatımda ilk kez kendimi “prenses” gibi hissetmiştim. elbette ne ben prensestim ne de doktorum kendi doğallığında böyle davranıyordu; hastane politikasının ve “müşteri” profilinin yarattığı bir “sanal gerçeklik”ti bu deneyim. taburcu işlemlerinin ardından ise atlı arabam hızla bir balkabağına dönüşmüştü….

yıllar içinde hem benim, hem yakınlarımın farklı türlerdeki hastanelerde yaşadığımız deneyimlerde davranış, hastane kültürü ve fiziksel koşullardaki farklılar beni çok rahatsız etti ve etmeye devam ediyor… bazen elimde olmadan başımıza bir şey gelirse, ciddi bir hastalığa yakalanırsak bunu nasıl yöneteceğiz düşüncesinden kendimi alamıyorum… babamın hastalık ve onu kaybetmeden önceki 21 günlük yoğun bakım sürecinde, onu kaybediyor olma gerçeğinden çok SSK ve tıp fakültesi arasındaki protokollerin saçmalığı ile boğuşmak zorunda kalmıştık! bu deneyim bizim için çok ama çok ağırdı…

evet devlet hastanelerindeki çalışma koşulları ağır, evet halk büyük oranda eğitimsiz ve ciddi bir iletişim problemi var ama diğer yanda hastaların ve hasta yakınlarının hastalığın büyüklüğünden bağımsız olarak kırılgan bir ruh hali içinde olabilecekleri gerçeği ciddi bir şekilde ıskalanıyor…

bazı özel bir hastanelerde, yatan hasta iseniz hemşire ve doktorlar yanınıza geldiklerinde size adlarını söyleyip, kendilerini tanıtırlar… son yaşadığımız tecrübede ise hiç bir sağlık personeli değil adını söyleyip kendini tanıtmak, yaka kartı bile taşımıyordu… göz teması kurmayan, hastayla bir yetişkinden çok çocukmuş gibi konuşan sağlık çalışanları görünce üzülüyorum; yaygın ve ciddi bir iletişim sorunumuz olduğu net! hastanelerin, sağlık çalışanlarının normali, hastaların ve hasta yakınlarının normalinden çok ama çok farklı… bu iki tarafın keşke biraz daha fazla birbirini anlama ve empati kurma şansı olsa… ancak mevcut koşullar ve memleketin sağlık politikaları bu iletişimi sağlamaktan çok kanırtıyor…

herkes kendi olduğu yerde, kendi baktığı yerden haklı!!!

bir kaç anekdotla bu tatsız yayını kapatayım…

yarimi nedeni anlamadığımız bir şekilde lokal değil, genel anestezi olacak şekilde ameliyathane götürdüler. geride kaldığımda buna ilişkin sorularıma elbette bir yanıt alamadım. sonra işin tuhafı lokal anestezi ile ameliyat olduğu halde odaya genel anestezi yapılmış gibi sedye ile geldi… ve işin daha da tuhafı onu ameliyathanenin dışında uyansın diye bir kenarda unutmuşlar meğer. yarım saat sonra bir hemşire “siz uyanıksınız, niye buradasınız” diyince odaya getirildi!

sonrasında biraz odada unutulduk sanki… hemşire ve asistan doktorların yanına gidip şu kadar süre oldu, “bundan sonra ne olacak” dediğimde odaya geldiler, damla yaptılar ve gittiler… beklemeye devam ettik… ben bir terslik var diyerek tekrar gittim, “şimdi ne olacak, göze bir bandaj yapılması gerekmiyor mu?” dedim. asistan doktor elime bir bandaj tutuşturdu ve “siz bunu yapıştırın ve damlaya devam edin” dedi. “hangi damla” dedim. meğer odada yemek sehpasının üzerine bir damla bırakmışlar… “bunu niye ben yapıştırıyorum ve damla ne sıklıkla yapılmalı, bize bilgi vermeniz gerekmiyor mu?” dedim. “zaten evde de siz yapacaksanız bu işleri” dedi. “ama burası hastane” dedim, ardından dezenfektanlarını kullanmak için izin istedim; malum ellerimi temizlemem gerekiyordu… bandajı aldım ve odaya gittim… tabii hastamız elimde bandajı görünce delirdi ve bandajı kaparak doktora koştu… genç kadın doktorun hakikaten küstah davranışlarına karşılık sevgili yarimin “niye bu kadar ters davranıyorsunuz, cümlelerinize bal ekleyin biraz” dediğini duyduğumda gürültülü bir kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum…

sonra tekrar beklemeye başladık… neyi beklediğimizi bilmeden… mesai saati çoktan bitmiş ve hastanenin gecesi başlamıştı… tekrar hemşirelerin ve doktorların yanına gittim ve “buradan kaç gibi çıkabiliriz, bir şey söylemeniz mümkün mü?” diye sordum. önündeki kağıt işleriyle uğraşan, muhtemelen asistan genç erkek doktor, gülerek kafasını kaldırdı ve “bu nasıl soru, burası hapishane mi?” dedi… ne diyeceğimi, nasıl karşılık vereceğimi bilemedim ve “bu soruyu bana sorduğunuza göre siz böyle hissediyorsunuz…” dememek için kendimi zor tuttum…

ertesi gün sabah erkenden kontrole gittiğimizde bizi başka bir kaos daha karşıladı… yatan hasta servisinde, koridora yığılmış bir sürü hasta ve hasta yakını olarak yapılan bir dizi ölçümün ardından doktorla görüşmeyi bekledik… yine godot’yu bekler gibi… içeriye sırayla alınmıyordu hastalar, bu yığın arasında kendilerini dünyanın en akıllısı sananlar, “uyanıklar”, edepsizlik yapma potansiyeli olanlar içeriye atlıyordu elbette. benim sevgili hastam ise geriye çekildi ve sırasının gelmesini bekledi. ben aileden tecrübeli bir hasta hasta yakını olarak duruma müdahale ettim ve aklı başında bir başka hasta yakını sayesinde bizim doktorla görüşecekleri elimizden geldiğince sıraladık kapıda…

a. elbette her an delirmenin eşiğinde bekliyordu o kaosun içinde ve ben bir ara ona “burası onların oyun alanı, sakin ol, uyum sağlamak zorundayız” dedim… çünkü uyum sağlanmadığında işlerin daha da karmaşıklaştığını tecrübe etmiştim yıllar içinde… neyse sevgili doktorumuzla görüştü a. ve şükürler olsun her şey yolundaydı…

hem yakın bir zamanda iyi bir vakıf üniversitesi hastanesinde hem de bu hastanede gördüğüm, hala kağıt üzerinde tutulan kayıtlarla “bilgi” doğru bir şekilde aktarılamıyor… yapay zeka gerçeği sağlık sistemlerini, tanı ve tedaviyi kökünden değiştirirken, kayıtlara geçen genel anestezi bilgisinin asla değiştirilmediğine tanık olmak veya yakın zamanda annemin yaşadığı sağlık sorununda iki gün boyunca en az on kere kullandığı ilaçları tekrar tekrar söylemek zorunda kalmam enteresandı gerçekten…

tüm zamanımızı geçirdiğimiz alan göz hastalıkları bölümünün yatan hasta servisiydi ve kapısında meşguliyet odası ve çok amaçlı salon tabelaları olan iki oda çok dikkatimizi çekti. eve döndüğümüzde neymiş bunlar diye araştırdım. sağlık bakanlığı’nın palyatif bakım hizmetlerinin uygulama usul ve esasları hakkında yönerge‘si kapsamında tanımlanmış iki alandı bunlar… yönergedeki tanımlar şöyleydi;

“… çok amaçlı salon/alan; hasta ve hasta yakınlarının dinlenme amacı ile kullanabilecekleri mekanlardır… meşguliyet (meşgale) odası: hastalara fizyoterapi, mesleki terapi, konuşma ve dil terapisi, hastaların fiziksel-ruhsal rahatlamalarını sağlayacak tedavi ve hizmetleri ile aile görüşmesi ve psikososyal hizmetlerin verileceği isteğe bağlı oluşturulan mekanlardır...”

eski bir kalite sorumlusu olarak durumu anladığımı sanıyorum… bu iki oda yönergeye uygunluğu sağlamak ve muhtemelen denetimlerde gösterilmek üzere kapılarına tabela asılmış iki odaydı…

var mı sorusuna var demek için!!!

ama bu meseleye girmeyeceğim burada… asıl dile takıldım ben, verilen odalara verilen adla ve kullanım amacının uyumsuzluğuna… memlekette, her alanda yaşadığımız pek çok sorunun doğru süreç yönetimlerinin uygulanmamasından kaynakladığını düşünürüm hep… bir de buna eklenen iletişim deformasyonumuz var elbette. bu deformasyonu değil iyileştirmek, böyle örneklerle hepten yok ediyoruz…

nasıl söylediğin, ne zaman söylediğin, kime söylediğin ne kadar da önemlidir oysa…

hastanelerde de tüm taraflar, kendi bulundukları pozisyonun şartlarıyla, bakış açısıyla, diliyle, ifade biçimleriyle ve körlüğüyle varoluyorlar… bütün bunlar aşılabilir mi? bu soruyu yanıtlamamayı tercih ediyorum…

gelecek hafta, ikinci göz için bir tur daha oradayız… bakalım bu defa neler gelecek başımıza!!!

bu şartlarda elbette bir hospital blues yorumu dinlemeliyiz değil mi?

Hubbell: You never give up, do you?
Katie: Only when I’m absolutely forced to. But I’m a very good loser…
Hubblell: Better than I am.
Katie: Well, I’ve had… more practice.

âşık olduğum sarışındı o…

the way we were filmini ilk izlediğimde, katie’nin eli ne zaman o sarı perçemlere uzansa kalbim çarpmıştı! kaç kez izledim o filmi bilmiyorum… her izlediğimde ne kadar da öfkelenmiştim hubbell’a… ama o öfke o kalp çarpıntısını hiç azaltmamıştı…

ahhh kara tren…

Denizdeyim sakin, güzel
Ellerim kum, gökyüzü mavi…

-irfan alış, denizdeyim

neslihan’a olan sözümü tutamayarak pas geçtim. yapacak bir şey yok; kaldığımız yerden devam edelim!

eylül’ü ortaladık, işler güçler, annemli günler devam ediyor. dönüş zamanı yaklaştı ve her zaman olduğu gibi onun içine yine bunun acısı düştü! bu geçmişi uzun yıllara dayanan bir rutin…

duygularımızın da rutini var değil mi? en çok kayıplar, sevinçler, heyecanlar buna vesile oluyor sanırım…

şu sıralar güne bu şarkıyla başlıyorum. her dinlediğimde, şarkının aynı yerinde göğsüme bir şey çöküyor ve şarkı bitene kadar orada asılı kalıyor. sözlerini içimden mırıldanırken bir kaç yeri değiştiriyorum elimden olmadan;

“… Ben çocuğum salıncaklarda
Her yer yeşil her yer ağaç
Oynuyoruz ablam, babam, keyfimiz çok, endişe yok
Ah hiç yaşanmadı gibi, yok oluverdi her şey
uuu çocuk salıncakta
Her şey orada kaldı, konyaaltında‘da bir plajda …”

çöken duygu bambaşka bir şey ama ona eşlik eden bir hayret ve şaşkınlıkla da her defasında kalakalıyorum. hayatımda ilk kez bir yazı denize girmeden geçirmiş olmanın şaşkınlığı bu!

sonra bazen olur diyerek kendimi sakinleştiriyorum; hala vakit var!

var değil mi?

yukarıdaki fotoğraf yetmişlerin başı, konyaaltı obaları zamanından… kapak fotoğrafı ise aynı sahilin yakın tarihli bir anı… babamla hiç konyaaltı fotoğrafımızın olmadığını fark ettim bu şarkıyla; yok mu gerçekten?


“I am a rock
I am an island”
-paul simon

dün derin, çok derin bir nefes aldırdı bana ve kurtbağrına elbette. yetti mi? ikimize de yetmedi. ben bugün dönüp duran bulutların ve ağır nemin altında yeni bir yağış beklerken, kurtbağrının sıcaktan kıvrılmış yaprakları birazcık açılabildi ancak…

sakin bir pazar günü bugün… hafif bir “gloomy sunday” havası var ama o melodiyi çağırmak istemiyorum.

öğleden itibaren biraz gündemi de takip ettim. içine çekildiğimiz çamur deryası gittikçe derinleşiyor. önümüzdeki iki aylık dönem inanılmaz kritik; kelimenin tam anlamıyla bir eşikteyiz… ve bu eşik bizim olmasını hayal etmediğimiz noktaya evrilirse, hepimize geçmiş olsun!

neyse oraya da “girmeyelim” bugün!

en iyisi eski melodiler dinleyelim…

bugün pazar ve yarın hayat kaldığı yerden devam edecek zaten!

simon & garfunkel‘dan üç şahane parça dinliyoruz;

bridge over trouble water, flowers never bend with the rainfall, sparrow ve I am a rock.

“… İnsan en çok kendine oyunbaz
Hiç bitmiyor ki aklın hilesi… “
-güler özince

gündür bu şarkıyı döndürüp duruyorum; çok yeni bir parça…

ve her dinlediğimde başka bir cümleye takılıp, o cümlenin etrafında dönmeye başlıyorum ve şarkının içine çekiliyorum…

hazır şimdi çalışmaya ara verip yeniden dinlemeye başlamışken, başka bir şey yazmadan sadece bu parçayı sizlerle de paylaşmak istiyorum!

Her insanın aynası sihirli biraz
Kendine hassas terazisi
İnsan en çok kendine oyunbaz
Hiç bitmiyor ki aklın hilesi

Her insan biraz, kendine sağır
Bağırırken zaman
İnsan en çok, kendine ağır
Hafiften erirken zaman

Ah kime ne söylesem
Hep bir şeyler eksik kalır
Ah kalbi dinlesem
Kendi yolunu bulur.

“… Geçip giden bu günler…
Bugün dün gibi, yarın bugün gibi…”

-miguel de unamuno, sis

döndük annemle 🧿… sabahları ben günün ilk kahvesini içerek çalışırken, annem kahvaltımızı hazırlıyor. bize rengarenk, bol otlu lor salataları yapıyor veya özenle bir yeşillik tabağı hazırlıyor 🍃🌿🌱. sonra birbirine benzeyen, kendini tekrar eden konuşmalarla kahvaltımızı yapıyoruz; bazen mutfak masasında, bazen de balkonda. elbette kumrular, serçeler ve oburluklarından ve saldırganlıklarından dolayı pek hazzetmediğimiz güvercinlerle birlikte…

ben erken bir şekilde kahvaltımı bitirip, çalışma masama geri dönüyorum. annem yavaş yavaş kahvaltısını tamamlıyor, sonrasında bulaşıkları yıkıyor ve şu sıralar genellikle fatih altaylı’nın boş koltuğuyla günün haberlerine başlıyor… sonrasında gününü ona netflix’den bulduğumuz bir diziyi, filmi izleyerek veya ahmet hamdi tanpınar’ın huzur romanını okuyarak geçiriyor. çocuklar evdeyse onlarla takılıyor, kağıt oynuyor, evin ritmine uyum sağlamaya çalışıyor… bense bütün bunlar olurken, çalışmaya devam edip, ara ara masamdan kalkıyorum, ev halkıyla sohbet edip, araya girmesi gereken ev işlerini yapıyorum… çalışma masamın kenarında duran, yukarıdaki resimde gördüğünüz ejderha, mutfağa dönükse bu “beni çalışırken bölmeyin lütfen” demek 😉 her zaman işe yarıyor mu derseniz, hayır elbette…

bugün yine öyle bir gün, önümdeki makale hastane kaynalı enfeksiyonların en önemli kaynaklarından biri olan Acinetobacter baumannii bakterisiyle ilgili… müziklerim konserve ruhlar‘ın living in limbo listesi‘nden; şarkıların hepsine aşinayım, neredeyse benim listem olabilir hissiyle dinliyorum.

şimdi bu listeden şahane bir mala vida yorumu dinleyelim…

1 2 3 48